Pollyanna’nın hikâyesini bilirsiniz. Başına ne gelirse gelsin “olumlu” tarafını bulmaya çalışır. Babasından öğrendiği “mutluluk oyunu” sayesinde, en kötü durumlarda bile sevinecek bir şeyler bulur. Bu yaklaşımı sayesinde çevresindeki karamsar ve mutsuz insanları bile olumlu yönde etkiler.
Bu hikâye beni çocukken de etkilemezdi ama başka bir yönünü fark ederdim. Hikâyeden anladığım, sürekli olumlu taraftan bakmanın gerçekçilikten uzak olduğu ve insanların gerçeklerden çok, onlara mutluluk veren şeylere ilgi göstermesidir. Yani, bazen kendimizi bile isteye kandırma isteğimizle yüzleşmemizi sağlayan bir yönü vardır.
Peki, mutlu olabilmek için bilinçli şekilde kendimizi kandırmak istersek? Aslında bu sorunun anlam bütünlüğü bozuk. Çünkü bilinçli şekilde kendimizi kandıramayız; eğer bilinçliysek, bu kandırma olmaz. O zaman soru şöyle olsun: “Bilinçli bir şekilde mutlu olmak ister miyiz?”
Bazen, en kötü, en zararlı, en güçsüz gördüklerimizin içinde de mutluluk olabilir desem…
Şöyle ki: Ben öfkeli biriyim. Yeri geldiğinde bağırıp çağırabiliyorum ve etrafımdakiler benden korkabiliyor. Bu durumda insanlar benden uzaklaşıp aramıza mesafe koymak isteyebiliyorlar ve bana limitli güveniyorlar. Böyle düşündüğümde öfkem bana hizmet etmiyor, tam tersine zarar veriyor ve bana bedel ödetiyor. Ancak bazı arkadaşlarım var ki, genç yaşlardan itibaren tansiyon hastası ya da doğuştan kalp rahatsızlığına sahipler. Onlarla konuştuğumda defalarca şunu duydum:
“Bazen öfkelenmek istiyorum ama çekiniyorum, çünkü tansiyonum ciddi şekilde yükseliyor ya da kalbimde rahatsızlık hissediyorum. İstesem de öfkelenemiyorum.”
İlk duyduğumda, onlar adına üzülmüştüm. Zamanla şunu fark ettim:
Ben öfkelenebiliyorum.
Öfkeli davranabiliyorum ve bunu zihnimde “zararlı” olarak kodlamıştım. Ancak bu aynı zamanda bir özgürlükmüş. Bazı insanlar isteseler de öfkelenemiyorlar. Ve benim bu hâlimi gördüklerinde, hayranlık duyan insanlar da varmış…
Başka bir örnek:
Bazen çekingen kaldığım, sesimi çıkarmaya çekindiğim anlarım oluyor. Bu durumlarda, benden konuşmamı ve doğru tepkiler vermemi bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabiliyor ve bana olan güvenleri azalabiliyor. Böyle düşündüğümde çekingenliğim bana zarar veriyor. Öbür tarafta ise; küçükken kapalı bir yere hapsolmuş bir çocuk var. Çığlık atarak dışarı çıkmaya çalışmış ama sesini kimse duymamış. Sonra yorgunluktan uyuyakalmış ve çıkarıldığını bile hatırlamıyor. Bu deneyim onda bir travma yaratmış. Artık sessiz kaldığını düşündüğü anlarda içi sıkışıyor ve olağanca gücüyle konuşmaya çalışıyor, hatta fark etmeden başkalarının sözünü kesiyor. Bu insan bir gün bana dedi ki: “Ben istesem de sessiz kalamıyorum. Bunun için defalarca terapi aldım ve hâlâ çalışıyorum. Ama sessiz kalmayı denediğimde içimde kontrol edemediğim bir daralma oluşuyor ve tekrar konuşmaya başlıyorum.”
Sonradan fark ettim ki, sessiz kalmak da bir özgürlükmüş.
En büyük korkularımızın içinde örnek bulunabilir;
Kötü bir senaryo düşünün: İşsizsiniz, paranız yok, aileniz yok, itibarınız kalmamış ve sizi destekleyen kimse yok. Sağlığınız da iyi değil.
Toplum benden bir erkek olarak; çalışmamı, para kazanmamı, aile kurmamı ve onlara sahip çıkmamı, itibar kazanmamı, gerektiğinde hem destek bulmamı hem de başkalarına destek olabilmemi bekliyor. Bunları sağlayamayan erkek, toplum gözünde hayal kırıklığıdır ve ona duyulan güven sınırlıdır. Böyle düşündüğümde, mevcut durumum bana zarar veriyor. Ancak doğduğu andan itibaren bile isteye karanlığa, sevgisizliğe ve desteğe kapatılmış bir çocuk düşünün. Bu çocuk hâlâ yaşamak istiyor, ölmüyor. Ya da şöyle düşünün, beyin kanaması geçirmiş, ameliyat olmuş ve iki ay yoğun bakımda kaldıktan sonra bilinci yerine gelmiş bir baba ya da anne düşünün. Fiziksel olarak yürüyemeyecek halde ve süreç içerisinde kalp yetmezliği de oluşmuş. Bu insan, evlatlarını yalnız bırakmamak için bu halinde bile olağanca gücüyle uğraşıp bir an evvel sağlığına kavuşmak için çabalıyor. Veya vatanı için gözünü kırpmadan defalarca ölümün içine atlamış ve savaşlara koşmuş Mustafa Kemal Atatürk’ü düşünün.
Ölmek kolay; sevdiklerin için gerektiğinde yaşamayı bilmek gerek.
Sevecek hiçbir şey bulamıyorsan, kendini sev.
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Pollyanna’nın hikâyesinin temelde anlatmak istediği şey, duygusal dirençtir.
Ben de gerçeklerle bağlantılı olarak mutsuzluklarımızı mutluluğa çevirebilmenin ve kendimizi özgür tutabilmenin yolları olduğuna inanıyorum.
Herkes istediğine inanmakta ve istediğini düşünmekte özgür olduğuna göre, kendi zihnimi neden istediğim gibi kullanmayayım? O zaman her şey bir hediye olmaz mı?