Türkiye’de hanımefendi ya da beyefendi olmak, yani centilmenlik göstermek, toplum tarafından her zaman takdir edilse de her zaman kazandırmaz. Yeri geldiğinde, karşı tarafa haddini bildirmek ve üstünlük kurmak gerekir. Bu da doğru zamanda yapılmazsa, sadece centilmenlik bizde bir şey ifade etmez.
Türk tarihi bu örneklerle doludur. Yakın tarihimizin net örneklerinden biri, Sayın Cumhurbaşkanı ile eski CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu arasında yaşanmıştır. Sayın Kılıçdaroğlu dürüst siyaset yapmaya çalışsa da sözlerinin halkın çoğunluğunda karşılığı yoktu.
Türk toplumu, adaletin, demokrasinin ve nezaketin ne olduğunu bilir; fakat bu değerleri koşullara göre kullanmayı tercih eder. Sonuç, süreçten daha değerlidir. “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” atasözü, bu anlayışın bir yansımasıdır. Batı toplumlarında süreç odaklılık ön plandayken, Türkiye’de sonuç odaklılık daha baskındır. Bu durum, bireysel kararlardan toplumsal reflekslere kadar geniş bir alana sirayet eder.
Türk milletinin tarih boyunca lider yetiştirmedeki başarısı yadsınamaz. Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet gibi isimler, sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de önemli figürleri arasındadır. Bununla birlikte, güçlü liderlik bizde sadece bir yetenek değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Çünkü sert yapılı bir millet olan Türkleri yönetmek, sıradan liderlik becerileriyle mümkün değildir. Bu sebeple liderlik pozisyonunda olanlara fazlaca güç ve ayrıcalıklar sağladığımız için, kolay kolay pozisyonlarından vazgeçmezler. Kendi rızasıyla görevden ayrılmak yerine” Beni buraya getirenler beni göndersin” anlayışı vardır.
Bununla beraber biz Türkler savaşmayı severiz. Sonunda bazen kaybedecek olsak bile savaşmaya devam ederiz.
Bu, bizim binlerce yıllık Türk geleneğimizde vardır ve maalesef savaşırken verdiğimiz zararı da umursamayız. Yeter ki mühimmat olsun…
Bu sebeple bizim ülkemizde, sürekli centilmen, demokrat, kibar insan sevilmez ve ciddiye alınmaz. Hatta zaman zaman alay konusu bile olur.
Türk kültüründe yardımseverlik ile güçlü görünmek bir aradadır. Bizden yardım istendiğinde “hayır” ya da “bilmiyorum” demekten kaçınırız; çünkü toplum, bizden hem yardım etmemizi hem de her şeyi bilmemizi bekler.
Bu beklenti, bilmediğimiz konularda dahi kendimizi biliyormuş gibi hissetmemize neden olur. Böyle durumlarda, aşırı özgüvenle ukalaca davranabilir veya komik durumlara düşebiliriz.
Bu, bizim “hızlıca yardım etme, pratik olma” dürtümüzden gelir. “İşi ehline bırak.”, “Her kuşun eti yenmez.”, “Her koyun kendi bacağından asılır.” atasözlerimiz, herkesin kendi sorumluluğunu taşıması ve başkalarının işine müdahil olmamamız gerektiğini vurgular.
Toplumsal beklentilere rağmen, doğru zamanda “bilmiyorum” ya da “yardım edemem” demeyi bilmek hem kendimize hem de karşımızdakine en faydalı yardım etme şeklidir.
Başka tipik bir özelliğimiz ise, kendimizden üstün gördüğümüzü aşağı çekmek istememizdir. “Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş.” atasözü buradan gelir.
Kendimize rakip olarak gördüklerimizin ayağını kaydırmak isteriz.
“Baskın basanındır.”, “Kale içinden alınır.” gibi atasözlerimiz, rakiplerimizi alt edebilmek için söylenmiştir.
“İtibardan tevazu olmaz.” sözü Türklerle özdeşleşmiştir. Hava atmayı severiz.
“Dostlar alışverişte görsün.”, “Ayranı yok içmeye, atla gider ...” atasözlerimiz buradan gelir.
Bizler ayrıcalık severiz. Cem Yılmaz’ın bahsettiği “Bana da mı menü?” anlayışı, Türk kültürünün bir parçasıdır.
Kusursuz şekilde ağırlanmak isteriz. Bu konuda beklentilerimiz yüksektir.
Türk misafirperverliği dünyaca bilinir; çünkü biz, misafirlerimizin kendilerini evlerinde gibi hissetmelerini ve bir dediklerinin iki edilmemesini sağlamak isteriz.
Bununla beraber, bu durumun bizde şiddetli bir tarafı da vardır. Gittiğimiz herhangi bir mekânda, parasını ödediğimiz için sanki oranın sahibiymişiz gibi davranabiliriz.
Duruma göre maalesef kavga da edebiliriz. “Mekâna çökmek” ise bizim sert ve korkutucu yanlarımızdan biridir.
Türklerin adalet ve hakkaniyet duygusu çok hassas ve güçlüdür; çünkü çok gururluyuz.
Türkler, özgürlüklerine, bağımsızlıklarına ve kazanılmış haklarına gölge düşürecek herhangi bir durumda, hiçbir millete nasip olmayacak şekilde birleşirler.
Defalarca devlet kaybetmiş olsak da geri döneriz, hem de daha güçlü şekilde döneriz.
On yedi kez devlet kaybedip akabinde hemen yenisini kuran ve daha iyisini yapan, dünya tarihinde başka bir millet yoktur.
“Turks are king of the comebacks” (Türkler, geri dönüşlerin kralıdır) sözüyle dünyada tanınırız.
Bu sebeple diğer ülkeler, bize bulaşmaktan ya da iş birliği yapmaktan çekinirler.
1980 öncesinde Avrupa’ya vize almak gibi bir gündemimiz yoktu.
İstediğimiz zaman, vizesiz şekilde Avrupa ülkelerine seyahat edebiliyorduk.
1980 askeri darbesinden sonra, Avrupa'ya giden Türk vatandaşlarına vize uygulanmasını, Kenan Evren hükümeti bizzat kendisi talep etti.
Evet, yanlış okumadınız: Avrupa’nın bize vize uygulamasını biz istedik.
Bugün Avrupa Birliği hâlâ Türkiye’yi üyeliğe almak istemiyor çünkü bizimle iş birliği yapmak isteseler bile, bizi tam anlamıyla kabul etmeye çekiniyorlar.
Bu çekincenin ardında ise bizim şanlı tarihimiz yatıyor.
Kimi zaman biz bile kendimizi zapt etmekte zorlanırken, Avrupa’nın ya da bir başka ülkelerin bunu başarmasını beklemek gerçekçi midir?
Avrupa’nın “Türkler bizi de kendilerine benzetebilir” diye endişeleniyor olmaları gayet normal.
Biz Türkler, sabretmekte ve kurallara tamamen uymakta zorlanabiliriz.
Bu durumun kökeni, binlerce yıl öncesine dayanan göçebe hayat tarzımıza ve özgürlüğe olan düşkünlüğümüze dayanır.
Hiç kimse bizi toprağımızdan atamaz, biz istersek gideriz.
Bu sebeple, kendi hayatlarımızda uzun vadeli planlar yapma konusunda da zorluk yaşarız; çabuk sıkılırız.
Örneğin, bireysel emeklilik sistemlerine katılım oranımız %12-15 civarındadır. Bu oran, %55’lik Avrupa ortalamasının oldukça altındadır. (Bu oranları ChatGPT kullanarak öğrendim.)
Ancak sabır konusunda kendimizi geliştirmeyi başarabilirsek, gücümüzü, refah seviyemizi ve uluslararası caydırıcılığımızı sürekli artırabiliriz.
“Keskin sirke küpüne zarar.” atasözü, bizlerin günlük yaşantısındaki halini çok iyi özetler.
Çünkü Türk milleti, bağımsızlığına düşkün, gururlu ve otoriteye karşı direnç gösterebilen bir yapıya sahiptir.
Bu yüzden, haklıyken haksız konuma düşebildiğimiz durumlarla karşılaşırız.
Biz, korkutucu değil; sabırlı olmayı başarabildiğimiz sürece, kazancımız daima artacaktır.
Dik durabilmek bizim için mesele değildir; asıl mesele, bu dik duruşu sürdürebilmek için gerektiğinde hem esnek hem de güçlü kalabilmektir.
İşte bu noktada, canım ülkemin insanlarını sağduyulu ve sabırlı olmaya davet ediyorum.
Eğitim, hepimize lazım.
Neden ülkemizde bireysel tespih kullanımı bu kadar yaygındır?
Çünkü sabır çekmek isteriz…
Ben yıllarca yurtdışında yaşadım. İngiltere’de, Almanya’da ya da Amerika’da, sabrını güçlendirmeye çalışan birine denk gelmedim. Çünkü onların bizim gibi “hızlı olma” ya da “acele etme” gibi problemleri yok. Yaşadıkları zorlukları, paniklemeden sırayla tek tek hallediyorlar. Duygularına kapılmadan, olması gerektiği gibi kurallarına uygun şekilde yapabiliyorlar.
Bize ait özelliklerimizden biri de hitap şeklimizdir. Türk töresinde tanımadığınız kişilere "siz" diye hitap etme kuralı vardır. Bu, Türk kültüründe köklü bir saygı ve nezaket ifadesidir.
"Siz" hitabı, muhataba duyulan saygının bir göstergesidir. Tanımadığınız veya sizden yaşça büyük ya da konumca üstün kişilere "sen" demek, Türk kültüründe saygısızlık olarak algılanabilir. Bu hitap şekli, aradaki mesafeyi koruyarak resmiyeti sağlar.
Türk toplumunda yaşa, konuma ve deneyime verilen önem büyüktür. "Siz" hitabı, bu hiyerarşiyi kabul etmenin ve ona uygun davranmanın bir yoludur.
Sadece tanımadığınız kişiler için değil, iş ortamında, resmî kurumlarda, hatta yakın arkadaşlarınızın ebeveynleri gibi belirli sosyal çevrelerde de "siz" hitabı tercih edilir. Bu, genel bir nezaket ve görgü kuralıdır. Garson, satış görevlisi, öğretmen-öğrenci, çalışanlar arasında, müşteri ilişkilerinde, toplu taşıma gibi kamusal alanlarda, yaşça büyük veya tanımadığınız herhangi birine karşı "Siz" hitabı yaygın olarak kullanılır ve beklenen bir davranıştır.
“Siz” hitap biçimi resmiyet kazandırdığı için her zaman tercih edilmez.
Türk kültüründe "sen" hitabı, daha özel ve samimi ilişkilerde kullanılır. Bu hitap şekli, belirli koşullar altında doğaldır ve hatta ilişkinin derinliğini gösterir. Ancak yanlış kullanıldığında saygısızlık olarak algılanabilir.
Eğer karşınızdaki kişi size “Sen” diye hitap ederken siz ona “Siz” diye sesleniyorsanız, aranızda henüz yakınlık oluşmamış olabilir. Bu durum, ya karşınızdaki kişiye mesafe koyma çabasıdır ya da onu kendinizden daha üst bir konumda gördüğünüz için temkinli bir dil kullanma tercihidir.
Tersine, siz birine “Sen” diye hitap ederken o size “Siz” diyorsa, bu da benzer bir mesafe göstergesidir. Karşınızdaki kişi ya sizinle mesafesini korumak istiyor ya da henüz yeterli yakınlığı hissetmiyor olabilir.
Bu nedenle, kendimize yakın görmediğimiz kişilere “Sen” diye hitap etmekten kaçınmak, aynı şekilde karşımızdaki kişinin de bize “Sen” demesine hemen izin vermemek daha dengeli bir iletişim ortamı yaratabilir.
Bu yaklaşım evrensel bir kural değildir; Türk kültürüne özgü bir hitap anlayışını yansıtmaktadır.
Bunlarla beraber, Türk olmanın başka doğal zorlukları da vardır. “Köyün en güzel kızları” yüzyıllardır bizdedir. İstanbul, Ege ve Akdeniz sahilleri, Kapadokya ve Mezopotamya, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu... Bu güzelliklere sahip olmayı, aç köpek gibi yüzyıllardır isteyen dünyanın en güçlü devletleri ve onlardan sonra sırada bekleyenler bulunmaktadır.
Bizim coğrafyamızda tam bağımsız şekilde var olabilmek, sadece Türk milletine nasip olabilecek bir ayrıcalıktır. Çünkü sadece askeri güce sahip olmak yetmez; stratejik zekâ, diplomatik yetenek ve uzun vadeli birçok öngörü sayesinde mümkündür. Bizdeki devlet geleneğine, dünyada çok az millet sahiptir. Kara Kuvvetlerimizin armasında “M.Ö. 209” yazar. Bu, Mete Han’ın tahta çıkış tarihidir ve Türkler dışında bu kadar uzun süre kesintisiz ordu geleneğine sahip başka bir millet yoktur. Allah, şanlı ordumuza zeval vermesin.
Türkler için yaşadıkları vatan, sadece bir toprak parçası değildir; kutsal bir anlam taşır. Öz toprağına olan derin bağlılık, yüzyıllardır süregelen savunma ve koruma mücadelesinin temelini oluşturur.
Davranışlarımızın izlendiğine inanıyorum. Bu sadece Yüce Allah’ın her kulunu anbean kaydettiği ve hesabını öbür tarafta soracağı bir vicdani mesele değil. Hükümetler, insanlar ve sistemler de benzer şekilde davranışlarımızı, yaptığımızı/yapmadığımızı kayıt altına almak isterler. Bu sayede, ileride olası bir tehdit olarak görülürsek, geçmişe yönelik tüm kayıtlarımız önümüze konularak, hukuken suçlu olduğumuz ve bertaraf edilmemiz gerektiğine daha kolay karar verebileceklerdir.
Bu durum, şüpheli ve sanki sürekli birileri bizi gözetliyormuş gibi bir izlenim oluştursa da aslında o kadar da korkutucu değildir. İfade etmek istediklerimizi, kendimize ve etrafımıza yakışır şekilde, olumlu katkı sunma niyetiyle, güzel ahlakı artırmak amacıyla yapmaya devam ettiğimiz sürece, devlet de halk da bizim yanımızda olur. Burada en önemlisi; devlete ve halka karşı olmamaktır.
Devlet ile halk, binlerce yıl boyunca defalarca karşı karşıya gelmiştir ve kazanan daima halk olmuştur. Çünkü devlet halk için, halk da devlet için vardır. Halk ayaklanması, tüm devletlerin en çok çekindiği konudur ve devlet kurumları tarafından bu tür durumları sağlıklı şekilde yönetmek için özel bir ihtimam gösterilir. “İmam-cemaat ilişkisi” üzerine güzel bir atasözümüz de vardır.
Türk devletleri de her devlet gibi dönem dönem krizler yaşamıştır. Ancak bu krizlerin sonunda hiçbir zaman halk kaybetmemiştir. Yalnız bu süreçler tamamlanana kadar, en büyük cefayı tabii ki halk çeker. “Filler tepişir, çimenler ezilir” atasözü de buradan gelir.
Şüphelenmek, her insan için hayati derecede önemlidir. Biz insanlar için korkmak ve utanmak gibi bir süper güçtür.
Burada yazdıklarımı okuyup da katılmayacak bir Türk olduğunu düşünmüyorum. Anlattıklarım hikâye değil; gerçekler. Türk milletiyle ilgili genel bilgilere sahip olmak isteyen herkes, bu metni gönül rahatlığıyla okuyabilir. Yazdıklarım bazılarına sert ya da acımasız gelebilir; ancak Türkiye’de yaşayan herkes, burada ifade edilenlere ve henüz yazamadığım daha pek çok özelliğimize uyum sağladığı sürece, bu topraklarda huzurlu ve mutlu bir hayat sürebileceğini bilir.
Türkler, sevdikleri için yaşar; vatanları için ölürler. Türklerle yaşamak hem çok zordur hem de alışınca başka yerde yaşamak daha zordur...
“Ne mutlu Türk’üm diyene...” sözünü Atamız boşuna söylememiştir. Cumhuriyet, hepimize yeter.
Bu yazıyı yazma sebebim: Allah bize görmeyi nasip eder mi bilmem; ama temennim şudur ki, Türkler olarak 'geri dönüşlerin kralı' olmak yerine, inşallah 'yenilmezlerin kralı' oluruz. Bunun için aklımızı, beraberliğimizi artıracak şekilde kullanmamızın ve başka amaçlar için harcamamamızın yeterli olacağına inanıyorum
Sağlıkla kalın.
Eşber